CENNET


Boyalıydı elleri… Uzunca baktı aynada kendine. Altında abisinden kalma, gri renginden eser kalmamış bir pantolon, üstünde ekoseli, eskilikten lime lime olmuş bir oduncu gömleği… Saçlarını şöyle bir toparlayıp kasketini taktı başına… Son kez baktı aynada kendine ve sandığını sırtlanıp attı kendini sokağa. Elleri cebinde yürüdü bir süre kaldırımda. Acaba bugün hangi köşede beklesem kısmetimi diye düşündü ve şehrin en işlek caddesine doğru çevirdi yönünü. Uygun bulduğu bir köşeye çömeldi ve sandığını açtı, yerleşti. Boyalıydı elleri… Dalmıştı… Derinlere… Ta ki geç bir erkeğin sesi onu çekip çıkarana kadar…
_Delikanlı at bakalım bir cila, hünerini görelim.
İliklerine kadar titrediğini hissetti… Boğuk bir sesle başüstüne diyebildi ve başladı önüne uzanan pahalı ayakkabının bakımını yapmaya… Kısa zamanda halletti işini. Ne kadar diye sordu genç adam. Yine boğuk bir sesle ne verirsen dedi başını dahi kaldırmadan.
_Ellerine sağlık delikanlı cevabına ise sadece başını sallamakla yetindi… Ne garip bir çocuk diye düşündü genç adam. Bilmiyordu önündeki eski kasketin altındaki esrarengiz çocuğu.. Bilememişti…
Aradan saatler geçti, iyice acıkmıştı karnı. En iyisi gidip bir simit alayım dedi ve kalktı usulca. Caddenin karşısına geçti, bir kaç metre ilerde şimdilerin yeni modası bir simit sarayı vardı.
_Bir simit dedi. Uzattı parayı. Boyalıydı elleri… Utandı… Çekinerek aldı simidi ve ısırdı bir parça… Tekrar sandığının başına döndü. Tam oturacaktı ki bir bayan seslendi arkasından.
_ Hey küçük bakar mısın?
Hızla çevirdi başını arkaya ve bayanla göz göze geldiler.
_ Ama sen… Senin ne güzel gözlerin var öyle… Maşallah sana…
Utandı, cevap veremedi. Hem verse de ne diyecekti ki?
_Bak ne diyeceğimi de unutturdun bana delikanlı, hay Allah. Neyse adın ne bakayım senin?
Adım mı? Adımı sordu ne diycem? Söyleyemem ki adımı? Söylersem anlar, naparım ya sonra? O bu düşüncelerle boğuşurken genç bayan tekrar seslendi.
_neyse neyse anlaşılan adını söylemeyeceksin. Peki, öyleyse bende sana gizemli çocuk derim o zaman. Seni bazen görüyorum buralarda. Senin yaşlarında bir oğlum var. Onun giymediği kıyafetler var hazırlamıştım, gel vereyim onları sana… Hepsi yepyeni duruyor. Giyersen tabi. Hadi gel… Hadi hadi çekinme…
Ağzındaki simidin farkına varıp yutkundu. Daha önce kimse ona böyle yaklaşmamıştı… Şaşırdı… Kafa salladı ve genç kadına doğru yöneldi. Kadın önde o arkada yürüdüler bir müddet. Girişi çiçeklerle süslü bir apartmana girdiler. Kadın asansörü çağırdı ve bindiler. Tek kelime konuşmadılar. Daire kapısına geldiklerinde kadın sevecen bir sesle
_Sakın çekinme gel içeri ben hemen eşyaları alıp geliyorum dedi ve odalardan birine doğru yöneldi.
Ne kadar da güzel ne kadar da büyük bir ev… Bu evde bizim bütün sülale kalabilir diye düşündü ve hayallere daldı… Koridorun az ilerisindeki altın yaldızlı büyük oval aynayı fark etti… Yavaşça yaklaştı ve kendisini görünce o aynaya hiç de yakışmadığını düşündü. Belki de aynanın bugüne kadar gördüğü en kötü görüntü oydu… Zaten bundan sonrada göremezdi büyük ihtimal… Salonun kapısına doğru yönelmişti ki genç kadın elinde kocaman bir sırt çantasıyla göründü.
_işte buradalar. Umarım beğenirsin ve kullanırsın. Çantada senin. Okula giderken takarsın artık.
Okul mu? Okula gitmek… Bu hayat şartlarında mı? İyide nasıl olacak ki o?
_Cevap vermedin. Yoksa beğenmedin mi çantayı?
_yoo… Çok güzel… Ben… Şey… Konuşamadı yutkundu. Tıkandı sanki boğazı.
_Okula gidiyorsun değil mi delikanlı?
Sağa sola salladı başını hayır anlamında. Nede çok istiyordu okula gitmeyi. Okuyacak doktor olacaktı. Salına salına yürüyecekti hastane koridorlarında. Fakir hastalardan para almayacaktı… Adını söyleyeceklerdi anonsla. Oda koşa koşa ameliyathaneye gidecek, şifa olacaktı hastalara… Ama o bu hayalleri tüketeli o kadar uzun zaman olmuştu ki… Ümidi kırılmıştı da karamsarlık kaynamıştı onun yerine yüreğine…
_Yok… Gitmiyorum… Gidemiyorum…
_Anlatmak ister misin sebebini. Belki sana yardımcı olurum.
Hayır, anlamında başını salladı yine.
_Peki… Belki bir gün tekrar karşılaşırız. O zaman anlatmak istersin belki… Şimdi şu şapkanı çıkar bakalım da bir yüzünü görelim. Hem çantada sana daha çok yakışacak çok daha güzel şapkalar var.
Genç kadın son cümlesini söylerken bir hışımla şapkasını aldı başından ve o an kalakaldı. Küçük de ne olduğunu anlayamamıştı birden. Zaten anlasa asla izin vermezdi böyle bir şeye. Genç kadının şapkasını almasıyla sırma gibi saçları dökülüverdi omuzlarından iki yana. Neredeyse beline geliyordu kum rengi saçları… O an zaman durdu da farklı bir boyuta geçtiler sanki. İkisinin de dili tutuldu…
_Nasıl yani ya… Sen… Sen kız mıydın? İyi ama neden erkek kılığındasın kuzum…
Boğazında biriken hıçkırıkları tutamayıp daha fazla, bırakıverdi… Atladı kendini baştan beri yakın hissettiği genç bayanın omzuna ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı… Katılmıştı ağlamaktan… Dayanamadı genç bayan onunda yaşlar süzüldü yanaklarından damladı tek tek o sırma saçlara. Birlikte salona geçtiler genç bayan bir bardak su getirdi küçüğe… Biraz sakinleştikten sonra sordu.
_Neden erkek kılığındasın yavrum? Hâlbuki ne kadar da güzelsin. Ay parçası gibi maşallah. Anlat hadi… Yardımcı olayım sana.
_Hangisini anlatayım, nerden başlayayım ki abla?
_Evvela adından başlayalım istersen. Adın ne senin?
_Cennet… Yani annem cennet koymuş adımı. Onun cenneti olduğumu söyler hep… Ama ben onun anlattığı cennet kadar güzel değilim…
_Hayır, hiç de düşündüğün gibi değil… Çok ama çok güzelsin. Söyle bakalım peki neden bu kılıktasın? Neden kız halinle çalışıyorsun?
_Biz 5 kardeşiz abla benden büyük bir ağabeyim var gerisi küçük hep. Babam bir kaç sene önce annem hastalanınca çekti gitti. Ben geçinecek parayı zor buluyorum bide senin gibi yarım bir kadınla uğraşamam dedi. Çok çekmiş annem babamın elinden, çok zulmetmiş babam. İçip içip gelir annemi hırpalarmış. Annem belli etmezdi hiç bize. O yüzden cennet koymuş adımı. Abim büyük baya. Önceden okuyordu. Ama tam babamın kafasından o da. Meğer birlikte oturup içerlermiş, babamda gurur duyarmış oğluyla. Beni pek sevmezdi kız olduğum için. Bide sevmem ben öyle içkiyi kötü şeyleri. Hep anamın safında olurdum. Pek kızardı bana. Babam çekip gidince abimde durmadı gitti peşinden. Tabi annem onların gidişiyle daha çok yıkıldı. Evin yükü bana kaldı. Gündüz çalışıp akşam kardeşlerime ve anama bakıyorum. Mecburen bıraktım okulu. Hâlbuki iyiydi derslerim. Takdir alırdım. Matematikte sınıf birincisiydim. Doktor olup anneme ve annem gibi hastalara, garibanlara yardım edecektim.
_Hala hayaline ulaşabilirsin.
_Mümkün değil. Ben okula gidersem kardeşlerim okuyamaz ki! Anacığıma ilaç da alamam…
_Bir yolu bulunur elbet. Bence ümitsizliğe kapılma. Bir sürü kuruluş var sizin gibilere yardım eden. Bir sürü hayırsever var…
_Çok kapı çaldım abla. Beni gören önce bir süzdü sonra söz verdi yardım etmeye. Ama ne gelen oldu ne giden. Şimdi bir göz odada 5 kişi kalıyoruz. Ve o beş boğazda bana bakıyor…
_Her şeyi anladım da neden erkek gibi gezip erkek gibi yürüyorsun dolaşıyorsun? Dilsiz gibi hiç konuşmuyorsun? Konuştuğunda da dediğin nerdeyse hiç anlaşılmıyor.
_Sesimi duyup ta kız olduğumu kimse anlamasın istiyorum. Bu kılıktayım çünkü erkeklerden korkuyorum abla. Sanki hepsi babam ya da abim gibi. Sanki her an bana zarar verecekler. Kız olduğumu gören zarar vermek istiyor. Nefret ediyorum erkeklerden. Kız olduğumu kimse tanımasın bilmesin istiyorum.
_Sende haklısın tabi… Peki ya kardeşlerin?
_Benden sonraki erkek… Arada onunla çıkarım işe. Diğer ikisi kız. En küçüğümüz 4 yaşında. Babam giderken ona hamileymiş annem bilmezmiş. Kız ama adı Umut. Tek umudumuz o şimdi. Öteki ikisi okul gidiyor. Sabah bırakıp onları okula akşamda alıyorum. Sanki babam bir köşeden çıkıp da onlara zarar verecek gibi geliyor. Yalnız bırakamıyorum. Anlayacağın abla şuanda evin direği benim…
_Peki, açıktan okusan olmaz mı?
_Ona da niyetlenmedim değil abla ama vaktim yok ki oturup ders çalışayım. Kardeşlerim okula ben işe. İşten sonra da evde yemek bulaşık ortalık toparla zaten serilip kalıyorum. Kaldığım yerde de uyanıyorum sabaha…
_Annen çok mu kötü? O yapamıyor mu yemek falan?
_Kötü de laf mı abla. Koskoca kadın benden bile zayıf, yatmaktan her yanı yara bere içinde. Bir öksürüyor ki sanırsın ciğerleri sökülüyor. Elleri titriyor zangır zangır. Bardaktan bir yudum su bile içemiyor, nasıl yemek yapsın.
_Yapma ya o kadar kötü demek ki? Yok, mu bir çaresi?
_Çare parası olana be ablacım…
Bir süre düşündü genç bayan… Sonra sordu.
_Arasam nerde bulurum seni?
_Otogarın arkasında bir çıkmaz sokak var. O sokağa girince soldan 3 ev. Kapısı yeşil. Evim orası…
Gözü saate kaydı Cennetin
_eyvaahhh… Saat kaç olmuş abla, kardeşlerimin okuldan çıkma saati. Ben gideyim artık. Hakkını helal et seninde kafanı şişirdim…
_Yok, canım olur mu öyle şey… Umarım görüşürüz tekrar. İki dakika daha bekler misin?
_Beklerim tabi, derken saçlarını topluyordu bir yandan şapkasının altına.
Genç bayan mutfağa geçti. Çok geçmeden geri döndü.
_Bunları da al kardeşlerine götür olur mu?
_Yok, abla zahmet verdim zaten yeterince. Alamam.
_Aşkolsun zahmetimi olur. Koy çantana kardeşlerin için veriyorum.
_Peki, abla sağ ol. Çok sevinecekler görünce. Hoşça kal abla. Ya unuttum sormayı ablacım sizin isminiz neydi acaba?
_Zuhal canım. Güle güle… Tekrar görüşürüz umarım.
Kapanan kapının ardından merdivenlerden koşa koşa inmeye başladı… Bir kuş gibi hafif hissetti kendini… Kardeşleri ne de çok sevineceklerdi getirdiklerini görünce. Uzun zamandır kuru ekmekten başka bir şey yememişlerdi. Hele de çikolata yemeyeli aylar olmuştu. Madem bugün akşam yemeğimiz çıktı o zaman elimdeki parayla gidip tüp alayım 2 haftadır alamıyorum bir türlü parayı denkleştirip diye düşündü. Tezgâhını da topladı. Kaldırımda seke seke tüpçüye doğru yönelmişti ki tüpçünün camındaki yazıyı görünce sevinci kısa sürdü… Cebindeki para tüp parasının ancak üçte biri kadardı… Neyse… Bir kaç gün daha çalışırım, elimdekilerle idare ederiz biraz daha… Dedi. Kardeşleri okulun bahçesinde bekliyorlardı.
_Nerde kaldın abla yaa… donduuk..
_Geldim işte. İşim vardı. Eve gidelim size harika sürprizlerim var.
_Sürpriz mi??? ne sürprizi abla?
_Adı üstünde sürpriiizz… Eve gidince görürsünüz.
_Ablaa..
_Efendim canım
_Öğretmen para istedi kitap mı ne alınacakmış galiba.
_Tamam, canım bakarız… Dedi ama derinde bir of çekti peşinden…
——-oOo——
_Annelerin güzeli biz geldik… Diye seslendi içeriye kapıyı açarken. Küçük kardeşi koşup atladı boynuna ve içerden güçlükle konuştuğu belli olan annesinin sesi geldi.
_Hoş geldiniz canlarım… Gelinde anacığınız bir öpüp koklasın sizi.
Annelerinin bir sağına bir soluna oturdular çocuklar ve heyecanla o gün okulda olup bitenleri anlatmaya başladılar. Cennet bir tezgâh ve iki raftan oluşan, mutfak olarak kullandıkları, koridorun köşesindeki merdiven altında kalan yere doğru yöneldi. Elindekileri bıraktı tezgâhın üzerine. Ve içeriye geçti.
_Aaa çocuklar siz hala önlüklerinizi çıkarmamışsınız. Komşudan ütü almaktan utanıyorum artık, çıkarın da kırışmasınlar hadi… Asın güzelce tek kırışık görmiycem. Oflaya puflaya kalktılar annelerinin yanından. Cennet usulca sokuldu anacığına.
_Nasılsın annelerin güzeli bugün.
_Hamdolsun yavrum biraz ağrım var ama buna da şükür.
_Umut üzmedi değimli seni?
_Yok, yavrum öyle kendi kendine oynadı durdu kuzum.
_Ben yemek hazırlayayım anacım müsaadenle herkes acıktı.
_Abla… Bugünde mi bayat ekmek yicez?
_Hani senin bize sürprizin vardı abla?
_Tamam. Sözüm söz. Ben sofrayı kurana kadar sizde ödevlerinizi yapın bende sürprizi söyleyeyim anlaştık mı?
_olleeyy… Anlaştık…
Gelirken getirdiklerini çıkardı tezgâha. Yaprak sarması, ıspanaklı börek, un kurabiyesi ve daha bir sürü şey… Bir iki paket makarna, birkaç paket baklagil ve çay… Aman Allah’ım çay… Ne kadar uzun zaman oldu evlerinde çay demlemeyeli. Nasılda özlediğini hissetti. Gözlerini kapattı ve hayal etti bir bardak çayı. Buram buram kokusunu çekti içine, üzerinde dumanı tüten tavşankanı çayın. Paketleri istifledi üst rafa. O anda yiyebileceklerini de üçe böldü. Üç gün idare ederiz bunlarla diye düşünerek. Ah bide tüpümüz olsaydı da çay demleseydik ne güzel olurdu diye düşündü… Tabakları siniye koydu ve odaya doğru geçti.
_ta ta ta taaamm… sürpriizz…
Elindeki sininin içindekileri gören kardeşleri zıp zıp zıplamaya başladı sevinçten…
_Abla inanamıyorum bunlarda ne?
_Nerden buldun bunları abla ya… Çok nefis görünüyorlar.
_Yavaş yiyinde boğazınızda kalmasın.
_Cennet kızım. Nerden geldi bu yemekler?
_Annecim bugün bir bayanla tanıştım ve bana bunları verdi yememiz için. Birazda makarna ve baklagil koymuş sağ olsun. Ha birde bir paket çay… Tüpümüz olsaydı demliycektim ama…
Daha cümlesi bitmemişti ki kapıya vurdular… Teneke olduğu için çok gürültü çıkmıştı.
_Hayırdır inşallah bu saatte kim ki?
_Bilmem ki annecim ben bir bakayım. Sakın siz çıkmayın çocuklar, sessizce oturun burada.
Ürkek adımlarla yöneldi kapıya. İyide bize kimse gelmez ki? Kim şimdi bu saatte gelen? Kimseye borcumuz da yok ki gelen alacaklı olsun… Zira kapı alacaklı gibi çalıyordu… Teneke kapının sesi çınlıyordu beyninde… Uzandı kapıya… Boyalıydı elleri… Emaneten takılmış gibi duran kolu çevirdi…
_ Zuhal abla…
_Beni gördüğüne sevinmedin mi yoksa Cennetçim?
_Yok, abla estağfurullah… Şey… Şaşırdım sadece beklemiyordum da…
_Bizi içeri davet etmeyecek misin?
_Ya kusura bakmayın şaşkınlıktan şey tabi buyurun buyurun..,
__oOo__
(birkaç saat önce Zuhal hanımların evinde) Kapıyı kapattıktan sonra dizlerinin bağı çözüldü sanki… Az önce Cennet’in hayran hayran baktığı aynanın önünde yere çöktü kaldı… Hayret etti 5 dakika önce yaşadıklarına. Henüz on iki on üç yaşlarındaki bir kızın geçim mücadelesi onu derinden sarsmıştı… İffetini koruma çabası… Annesine bağlılığı… Kardeşlerine olan şefkati ve erkeklere olan nefreti… Şu koca şehirde herkesin önünden defalarca geçtiği halde kimsenin fark etmediği… Eski püskü şapkanın altında bin bir şeyi aynı anda düşünmeye çalışan, omuzları yorgunluktan çökmüş… Elleri karalara boyanmış tertemiz bir kız çocuğu… Menfaat deryasında boğulan bencilleşmiş yüreklere, köhneleşmiş beyinlere inat sıcacık ve şefkatle atan küçücük bir yürek… Baba parası yiyip, sahip olduklarına şükür yerine isyan eden, her ay bir ev maaşı kadar parayı hesabından çekip, okul masrafları yerine giyimine kuşamına ya da boğazına harcayan asi gençliğe inat, okuma sırasını kardeşlerine verecek kadar fedakâr bir yürek… Nedense bir pişmanlık duydu yüreğinde… Haftanın her günü başka başka yemekler yediği halde “anne ya yine mi bu yemeği yaptın” diyen oğlunu düşündü. Bir ay önce aldığı, yüz milyon liradan da pahalı ayakkabısını, okuldaki bir arkadaşının ayağında gördüğü markası farklı başka bir ayakkabıdan sonra beğenmeyip, eline makas alıp parçalayacak ve yüzsüzce arkadaşındaki ayakkabının aynısı isteyecek kadar şükürsüz evlat… Pişmanlığı daha da arttı… Bir karabasan gibi çöktü üzenine… Bir şeyler yapmalıydı… Bunun mecburiyetinde hissetti kendini. Bir hışımla fırladı yerinden. Doğruca yatak odasına koştu. Ziynet eşyalarının bulunduğu kilitli sandığını açtı. İçinden bir bilezik aldı. Ve aceleyle kol çantasıyla montunu kapıp kendini dışarı attı. Oğlunun servisinin gelmesine yarım saat kalmıştı. Bu süre zarfında işini halletmeliydi. Daha önceden alışveriş yaptığı kuyumcuya doğru sürdü arabasını. Bileziği bozdurdu. Üzerinde biraz nakitte vardı. Sürekli uğradığı büyük alışveriş merkezine doğru yöneldi. Biraz gıda malzemesi aldı. Şarküteri ürünleri, kahvaltılıklar, atıştırmalıklar, abur cuburlar, sebze meyve vs vs… sonra Cennet’e ve kardeşlerine bir iki parça kıyafet, kırtasiye malzemeleri, oyuncaklar, renkli tokalar… Tabii annelerini de unutmadı. Eve geldiğinde oğlunun gelmiş olduğunu gördü.
_Anne nerdeydin?
_Biraz işim vardı oğlum. Hoş geldin.
_Hoş bulduk…
_Günün nasıldı bakalım?
_Her zaman ki gibi berbattı anne…
_hmm demek öyle. O zaman sana harika bir sürprizim var… Hadi çıkar üzerindeki formanı ve hazırlan
_Nereye?
_Seni harika bir yere götüreceğim.
_Peki ya babam?
_Baban bugün biraz geç geleceğini söylemişti ama ben tekrar bir arayayım. Belki o da katılmak ister. Ben üzerimi değiştirmeye geçiyorum oyalanma olur mu?
_Tamam anne… Ama nereye gidicez?
_sürpriizz…
Yatak odasına geçti ve kendini yatağın üzerine bıraktı. Bir süre kapadı gözlerini. Sonra kalktı ve eşini aradı. Eşine bugün olanları anlattı ve neler yaptığını. Yapacağı ziyarete oğluyla birlikte gitmek istediğini belirtti. Belki bu onun için bir hayat dersi olabilirdi. Birazdan Taner’le birlikte çıkacaklarını ve eşinin de kendilerine katılmasını istediğini söyledi. Eşi yoksul bir ailenin tek çocuğuydu ve her zaman yoksullara karşı çok anlayışlı ve fedakâr olmuştu. Devlet burslarıyla ve hayırsever insanların verdiği burslarla okumuş ve alanının en iyi doktorlarından biri olmuştu. On beş dakikaya kadar gelip onları alacağını söyledi. Yolda oğlunun nereye gidiyoruz sorularına karşı ikisi de cevapsız kaldı. Arabadan indiklerinde
_Anne, baba burasında neresi böyle?
_Oğlum lütfen biraz daha sabırlı olur musun birazdan göreceksin… Sanırım bahsettiği ev burası… off çok heyecanlıyım… Çalıyorum kapıyı.
_Ev mi? Anne saçmalama… Ev bunun neresi ya?
Ve işte cennet karşılarında duruyordu…
Ağır rutubet kokulu dar bir koridordan geçtiler. Koridorun sonundaki tezgâh ilişti gözüne ve kendi mutfağını düşündü. Koskoca mutfağının alanının darlığından şikâyet eder dururdu… Utandı kendinden. Ve bir odaya geçtiler. En fazla 10 15 metre kare bir oda. Bir kenarda eski bir çekyatın üzerinde yatan kendisiyle nerdeyse aynı yaşta olan ama on yıl daha ihtiyar görünen kadını gördü. Odanın diğer tarafında bir eski çekyat daha. Çekyatın hemen sağında alelade katlandığı belli olan birkaç eski yorgan ve battaniye. Annenin ayakucunda eskilikten dökülen, kırık ayağı bir tahtayla desteklenmiş bir beşik. Kapının sol tarafında katlanan cinsten bir masa ve üzerinde dizili birkaç ders kitabı. Sağ tarafındaysa eskilikten yer yer çatlamış bir soba. Yerde bir sininin etrafına oturmuş, meraklı gözlerini kapıdan gelen misafirlere çevirmiş üç küçük çocuk. Ve altlarında ince bir kilim. Tüm odadaki eşyalar bundan ibaret… Cennet misafirlerini boş olan diğer çekyata buyur etti. Şaşırmıştı biran bilemedi ne diyeceğini. Sonra tanıttı misafirlerini ailesine. Akşam yemeğini veren kişinin Zuhal Hanım olduğunu duyunca sanki yıllardır tanıyormuşçasına koşup boynuna atladı minikler Zuhal’ın. O ise ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.
_Abla… Keşke çay içsek misafirlerimizle…
Ah Melek ne yaptın sen… Ne çayı tüp mü var sanki. Ben şimdi ne diycem misafirlere nerden tüp ya da ateş bulucam…
_Aslında içeriz bir çayınızı Cennetçim.
_Şey… Ablacım ne demek, istediğin çay olsun yeter ki. Ama nasıl desem bugün tüpümüz bitti de…
Yalan söylemişti hâlbuki kaç gündür yok tu tüpleri… Zuhal kırdığı potun ezikliğiyle kocasına baktı. Bülent Bey bir hışımla fırladı yerinden.
_Benim müsaadenizle arabadan bir şey almam gerekiyor. Taner bana yardımcı olur musun oğlum.
_Peki baba
Taner hala şoktaydı. Burası neresi bu insanlarda kim. ve buraya neden gelmişlerdi? Belli belirsiz bir acı hissetti kalbinde… Vicdanıydı belki de… Bülent dışarı çıkar çıkmaz bir telefon görüşmesi yapıp bulunduğu yerin adresini verdi ve arabanın bagajından poşetleri aldı birazını da oğluna verdi. Bir suskunluk vardı Taner’de… Sessizce aldı babasının verdiği poşetleri. Tekrar eve girdiler. Aradan on dakika geçmemişti ki kapı çaldı. Gelen tüpçüydü. Bilemedi Cennet ne diyeceğini. Evlerinde yıllar sonra ilk defa bir bayram havası vardı. Kardeşleri içeride kendilerine verilen hediyelerle sevinç çığlıkları atıyor. Annesi susul usul ağlıyor ama bu kez sevinçten… Uzun zamandır ilk kez dertten değil sevinçten ağlıyor… Hemen tüpü taktı ve çay suyu koydu. Rüyada mıyım acaba dedi kendi kendine ama ocağın sıcaklığını hisseden parmakları rüyada olmadığının göstergesiydi. Çaylarını içerken epeyce muhabbet ettiler. Bülent Bey Cennetin akıllılığına hayran olmuştu.
_Ben sizin hakkını nasıl öderim abla… Onca zahmet etmişsiniz. Ben… Bilseydim böyle olacağını hiç anlatmazdım size kendimi… Alışık değiliz pek böyle şeylere bilemedim. Ne olur hakkınızı helal edin… Keşke bende sizler için bir şeyler yapabilsem.
_Helal olsun güzel kız. Ne zahmeti. Hem hakkını bize ödemen için sana bir fırsat verebilirim sanırım. Dedi Bülent Bey.
_Fırsat mı? Ne fırsatı?
_Eğer okulunu bitirir mesleğini de eline alırsan ödeşmiş oluruz.
_İyide ağabey ben okula gitmiyorum ki…
_Bundan sonra gideceksin ama…
Cennet kulaklarına inanamadı… Okumak… Tekrar okul sıralarında hayal etti kendini… Bülent onu ve kardeşlerini Taner’in okulunda okutacağına söz verdi karşılığında derslerine çok çalışmalarının teminatını alarak. Ve annelerinin de muayene ve tedavisi için elinden ne gelirse yapacağına dair söz verdi. Bundan sonra daha sık görüşeceklerinde dair anlaşıp vedalaştılar. O gün herkes ilk defa yatağında rahat rahat uyudu. Her iki çatının altında da huzur meltemleri esiyordu…
__oOo__
Şehrin en işlek caddesinde elleri montunun ceplerinde yürüyordu. Ne kadar da soğuktu hava… Çizmelerine takıldı gözleri… Epey olmuş boyatmayalı dedi. Gülümsedi kendi kendine… Boya tezgâhına doğru yaklaştı.
_Hey küçük… At bakalım bir cila da hünerini görelim.
_Hemen abla dedi eski bir berenin altında bakan bir çift yeşil göz… Ne de güzel gözleri var diye geçirdi içinden… Bir süre izledi küçüğün ellerinden çıkan her bir fırça darbesini…
_Bu işte baya maharetlisin anladığım kadarıyla.
_Öyle sayılır abla. Epeydir yaparım bu işi. Ustası olduk sayılır artık. Tamamdır abla güle güle eskit…
_Ellerine sağlık. Borcum ne kadar?
_Ne verirsen canın sağ olsun.
Cebine attı elini. Pek nakit taşımazdı normalde ama eline bir kâğıt para geçti. Bakmadı bile ne kadar olduğuna. Uzattı küçüğe… Boyalıydı elleri… Ama bu kez sadece tırnakları boyalıydı… Üstelik siyah da değildi… Utanmadan, çekinmeden uzattı ellerini bu kez…
_Ama abla bu çok… Dedi küçük elli lirayı görünce.
_Senin emeğine az bile gönlünce harca.
Birde kartını verdi küçüğe…
_Bir şeye ihtiyacın olursa bu kartta adresim ve telefonum yazılı ulaş bana… Dedi ve hızla uzaklaştı oradan, huzurla… Şaşırıp kalmıştı küçük. Bir elindeki karta baktı birde yanından hızla uzaklaşan her halinden zengin olduğu belli olan genç bayana… Sonra tekrar baktı elindeki karta. Üzerindeki yazıyı okudu:
DR.CENNET ARSLANKAYA


Betülün Hikayesi

Babası gideli epeyce olmuştu. Ve Betül her geçen gün babasını daha çok özlüyordu. Neyse ki birkaç gün kalmıştı kavuşmalarına. Annesi ve kardeşi ile birlikte valizleri hazırladılar. Babası “yanınıza çok eşya almanıza gerek yok, ben size her şeyin en güzelini alacağım” demişti. Çok heyecanlıydı Betül….

– Ah nerdeyse Pembiş Pofuyu unutuyordum! Onsuz hiçbir yere gidemem tabi ki! Diyerek en sevdiği oyuncağını da koydu çantaya….

Yatağa uzandı, ellerini başının altında birleştirdi. Babasının gitmeden önce yatağının tam üzerindeki tavana yapıştırdığı yıldızlara dikti gözlerini. Uzakta da olsam aynı gökyüzünün altında olacağız demişti babası… beni özlediğin zaman gökyüzünün altına uzan ve beni düşün… ben orda olacağım…

Yaşadıkları ülkeye bazı kötü adamlar gelmiş ve masum insanlara zarar veriyorlardı. Babası bir gün “bu insanlar bizim de kötü insanlar olmamızı istiyorlar. Ama biz istesek de olamayız. Uzak bir ülkede süper kahramanlık eğitimi veriyorlarmış. Ben de oraya giderek bir süper kahraman olmak ve bütün kötü insanlarla başa çıkmak istiyorum. Ama bu sürede sizi yanımda götüremeyeceğim. Ama eğitimim bitince sizi yanıma alacağım” demişti….

Ve o gün gelmişti işte…. Annesi bir gün demişti ki “çok iyi bir insan olur ve kimseye zarar vermezsen bir gün melekleri görebilirsin.” Sonra babasının dediklerini hatırladı. Belki de babamın yanına gittiğimiz zaman melekleri görebiliriz diye düşündü.

Veee o gün gelmişti işte… uçağa binip babalarının yanına gittiler… Betül yerinde duramıyordu… en sevdiği renklerde yani mavi pembe ve mor çiçekleri olan bir elbise giymişti… babasına sarıldı sımsıkı….

– Bak babacım, senin için giydim bu elbiseyi, dedi.

-Bir melek gibi olmuşsun güzel kızım, diyerek tekrar sarıldı babası…

Birlikte yeni evlerine gittiler. Evleri o kadar büyüktü ki… Betül’ün hayal ettiğinden çok daha büyük ve güzeldi. Hep birlikte pizza yediler… babası artık istedikleri kadar pizza ve hamburger yiyebileceklerini söyledi. Annesi de patates kızartmaları da benden dedi… hep beraber gülüştüler

Yemekten sonra evlerinin yanındaki büyük bahçelerine çıktılar…. Hepsi el ele tutuştu… aynı gökyüzünün altında hep birlikte gökteki ay ve yıldıza bakıyorlardı… ama Betül yıldızların arasında bir şeyler daha gördü…

Bunlar sadece iyi insanlara görünen meleklerdi… annesinin bahsettiği melekler…. Betül çok mutluydu… daha bir sıkı tuttu babasının ellerini…. Artık babasının bir süper kahraman olduğunu ve bir daha hiç ayrılmayacaklarını bilerek….

Asya’nın Hikayesi

Sıcacık bir yaz günüydü. Gökyüzünde masmavi bulutlar geziniyor ve tatlı bir rüzgâr esiyordu. Asya sabah erkenden uyandı. Önce elini yüzünü yıkadı. Çok acıkmıştı. Kahvaltısını yaptıktan sonra annesinden dışarda oyun oynamak için izin aldı.

Asya futbol oynamayı çok seviyordu. Ve en büyük hayallerinden biri Neymar ile beraber maç yapmaktı. Bunun için nerdeyse her gün dua ediyordu.

Formasını giydi, kramponlarını ve topunu da aldı ve Waalwijk’ın en güzel top sahasında arkadaşları ile buluşmak için çıktı evden. Sahanın çimlerinin o can alıcı güzel yeşili ve gök yüzünün mavisi o kadar güzel görünüyordu ki…

Arkadaşları ile buluşan Asya hemen kramponlarını giydi ve maça başladılar. Maç bittiğinde soluk soluğa kalmışlardı. Resmen başından aşağı terler akıyordu. Çok acıktık haydi mantı yemeye gidelim dedi bir arkadaşı. Zaten mantı Asya’nın en sevdiği yemekti. Ve bu teklif karşısında tabi ki çok sevindi. Hep beraber gittiler ve afiyetle mantılarını yediler. Hatta Asya iki tabak mantı yedi…

Şimdi bu yediklerimizi eritme zamanı dedi başka bir arkadaşı. Tekrar sahaya geri döndüler. Ama o da ne? Saha çok kalabalıktı. Ne oldu acaba diye merak ettiler.

Biraz daha yaklaştılar. Asya gözlerine inanamadı. En sevdiği futbolcu karşısındaydı. Bu bir rüya olmalı diye düşündü. Gözlerini ovuşturdu. Yok yok gerçekti. Neymar vardı karşısında.

Var mısın takımın ile benimle maç yapmaya diye sordu Neymar Asya’ya. Tabi anlamında başını salladı Asya. Düdük sesi ile maç başladı. Maç boyunca hala yaşadıklarına inanamıyordu.

Asya’nın takımı maçı 3-2 kazandı. Hep birlikte hatıra fotoğrafı çektiler.

Asya eve giderken çok mutluydu. Hayalleri gerçek olmuştu.

Şifam için

hep bir kedim olsun istedim… kedim olamadan anne oldum… bu kez çocuklarım da kedimiz olsun istedi… ama bir türlü nasip olmadı… derken bir gün bir söz okudum “kediler sahibi seçer” heyecanla kedimin beni seçeceği o müthiş günü bekledim… aradan yıllar geçti ve bir gün… buldu beni… ama ne güzel bir buluş… dedim ki… gel…. gel ve şifa ol bana… yüreğime… yuvama…
ve sen geldin Şifam…. evvela Şifa hatun diye sevdik seni bir süre… sonra meğer Şifa efendi olduğunu öğrendik… nerdeyse iki yıldır bizimlesin… ve ben en çok benim seni ne kadar çok sevdiğimi bilmeni isterdim…
yüreğimin Şifası… dilerim uzun yıllar bizimle kalasın….

Muhteşem Hatırlatıcılar

Elif ve dedesi yarın sabah hayvanat bahçesine gidecekti ve Elif bunun için çok heyecanlıydı. O yüzden hemen uyudu. Sabah olduğunda dedesinin elinden tuttu ve yola koyuldu.

Hayvanat bahçesinin kocaman kapısından içeri girerken kalbi küt küt çarpıyordu. Bütün gün gezdiler… timsahları, develeri, zürafaları, kuşları ve kaplumbağaları… daha fazlasını da…

Eve döndüklerinde yorgunluktan kıpırdayacak hali kalmamıştı. Dedesi ise sanki onun kadar yorulmamıştı. Salona girdiğinde dedesini namazını bitirmiş dua ederken gördü. Hemen kucağına oturdu ve ellerini dedesinin ellerinin içine koyarak o da duaya katıldı.

– Dede… ben çok yoruldum bugün, sen hiç yorulmadın mı?

-Ben de yoruldum tabi minik kuzum. Ama öğle ve ikindi namazımı kılmak için mola verdiğimizde dinlendim. Ben namaz kılıp dinlenirken sen hala oyun oynuyordun o yüzden benden daha fazla yorulmuş olabilirsin.

-Nasıl yani, namaz kılarken insan dinlenir mi?

-Elbette. Hani siz okulda dersleri dinledikten sonra bazen bahçeye çıkıyorsunuz ya, teneffüse yani… işte namaz da aslında biz insanlar için bir teneffüs gibi. Cenabı Allah günde beş kere dünya işlerinden yorulunca dinlenmemiz için namaz kılmayı nasip etmiş bizlere. Namaza durunca hem aklımız hem ruhumuz hem de bedenimiz dinlenir.

-Hayvanlar da namaz kılar mı peki dedecim?

-Hayır onlar bizler gibi namaz kılmaz ama her zaman kendi dillerinde ibadet edip Allah’ı anarlar. Ha bir de bize namazı hatırlatırlar…                                                                                        

   Elif bunu duyunca çok şaşırdı gözlerini kocaman açıp

-Bize namazı nasıl hatırlatıyorlar ki dedecim? Diye sordu. Dedesi başını şefkatle okşayıp alnını öptükten sonra,

-Bugünkü hayvanları hatırlıyorsun değil mi?                                                                                           

             Evet anlamında başını salladı Elif.

-İşte o hayvanların bazısı secde pozisyonunda, bazısı rükû bazısı da kıyam.

Elif pek bir şey anlamamıştı… dedesi açıklamaya devam etti,

-Mesela timsah ve kaplumbağalar nasıl duruyordu? Elif hemen secde yaparak gösterdi.

-Bak gördün mü tıpkı bizim namazdaki secdede olmamız gibi. Diğer dört ayaklı hayvanlar aslan, kaplan, deve ve inekler gibi hayvanlar da tıpkı rükuda gibiler. Ve zürafa gibi uzun hayvanlar veya iki ayak üzerinde durabilen kanguru ve ayı gibi hayvanlar ise namazda ayakta durmamızı temsil eder….

Elif dedesinin anlattıklarından çok etkilenmişti.

-Ne güzel, bütün hayvanlar ve insanlar namaz kılıyor hep beraber dimi dedecim diyerek gülümsedi. Ben de namazımı kılıp yatayım o zaman… ama ben namaz kılmayı bilmiyorum daha beş yaşındayım. Derken ne kadar üzgün olduğu belli oluyordu.

-Olsun kuzum sen yeter ki seccadeyi ser ve namaza dur. İçinden bildiğin duaları oku. Henüz küçüksün ve büyüdükçe doğrusunu öğreneceksin. Ama şimdi doğru hareketleri yaparak dua edebilirsin…

-Yaşasın diyerek sevinçle dedesine sarılıp doğru odasına koştu Elif. Ve namazını kılıp içinden de bolca dua edip huzurla yatağına yattı. Sanki yattığında bütün yorgunluğu geçmişti. Demek ki namaz gerçekten dinlendiriyor diye düşündü ve hemen uykuya daldı…

Not: Mozaik çocuk dergisinde yayımlanmıştır

CEYLAN CANCAN

Ceylan Cancan neşe içinde hoplaya zıplaya eve dönüyordu. O, ailesi ile beraber çok büyük ve çok güzel bir ormanda yaşıyordu. Eve döndüğünde annesi ve babası mutfakta yemek hazırlıyordu. Önce onlara merhaba dedi. Ve elini ayağını yıkadıktan sonra dedesinin yanına gitti. Dede ceylan gözlerini kapatmış mırıl mırıl bir şeyler söylüyordu.

– Dedecim napıyorsun? Diye sordu. Dede ceylan usulca başını çevirdi ve

– Allah’ın bizim için yarattığı sonsuz nimetleri düşünüyorum yavrum, dedi.

Bu cevap Cancan’a çok ilginç geldi.

-Anlamadım dedecim. O ne demek.

-Gel, otur yanıma anlatayım sana uzun uzun der demez bir sıçrayışta dedesinin yanına çömeldi Cancan.

-Bu güzel ormanda yüce Rabbimiz bizi çeşit çeşit nimetlerle yani yiyeceklerle donatmış. Her renkte her tatta yiyeceğimiz var. Ve yiyeceklerimizin dışında da birbirimize hiç benzemediğimiz ama birlikte yaşadığımız bir sürü başka hayvan dostlarımız var.

-Peki dedecim biz buraya nasıl geldik? Ve bu kadar hayvan nasıl gelebilmiş buraya.

-Ne de güzel sordun güzel gözlü ceylanım…. Gel sana en baştan başlayayım.

Bundan çok çok eski zamanlarda dünya biraz kötü bir hale gelmiş. Birçok insanlar kötü şeyler yapar olmuş, Allah’ın ve birbirlerinin hoşuna gitmeyecek şeyler yapmışlar ve artık birbirlerine zarar vermeye başlamışlar. Çok az iyi insan kalmış. Ve tabi bizler gibi hayvanlar. Sonra Allah Nuh peygambere demiş ki “Ey Nuh büyük bir gemi yap, yakında çok büyük bir fırtına çıkacak sen ve diğer bütün iyi insanlar ve hayvanlar da o gemiye binip kurtulun.” Nuh peygamber çok çalışmış, diğer iyi insanlar ve hayvanlar da ona yardım etmiş. Ve koskocaman bir gemi yapmışlar. Sonra birden büyük bir fırtına çıkmış. Ve gemiye doğru koşmuşlar. O kadar çok yağmur yağmış ve rüzgâr çıkmış ki her yer deniz gibi olmuş. Gemideki hayvanlar ve insanlar biraz korkmuş ama sonra gemi suyun üzerinde yüzmeye başlamış ve rahatlamışlar. Aradan epeyce zaman geçmiş ve yağmur dinmiş. Sular yavaş yavaş azalmış ve gemi bir dağın tepesinde kalıvermiş. Bütün hayvanlar sevinçle inmiş gemiden. Hepsi bir tarafa koşturmuş. Sonra Allah toprağa yeni yiyecekler vermesi için emretmiş ve dünya eskisinden daha iyi olmuş. Gemideki iyi insanlar ve hayvanlar da mutlu bir şekilde yaşamışlar. İşte benim büyük büyük büyük dedem de o gemideymiş… o günden beri bizleri koruyup kollayan ve sonsuz nimetler yaratan Allah’a her gün şükrederiz.

Minik Cancan dedesinin anlattıklarını heyecanla dinledi ama çok da uykusu gelmişti. Başını dedesinin dizine koydu ve hemen uykuya daldı. Rüyasında o da Nuh’un gemisindeydi ve dünyayı geziyordu….

Not: Mozaik çocuk dergisinde yayımlanmıştır.

Kelebek rüyası 2

Kasaya doğru ilerlerken yine o ses geldi kulağına… geri döndü. Göz göze geldiği bebeğe doğru yöneldi. Bulması zor olmadı. Başını kaldırıp goz göze geldiğinde sanki gülümsüyordu ona bakarak. Eline aldı. Evet dedi… evet aradığım sensin… ben nasıl da farketmedim seni… nasıl da görüp de görmezden geldim… özür dilerim. Affet beni… sarıldı sımsıkı… kucağındaki ayıcığı yanındakine verdi. Bunu istemiyorum aradığım bu değil dedi. Ve kucağında yeni bebeği ile.. ben onu aramadım, o beni buldu. İşte benim yeni küçük arkadaşım. Sen bundan sonra benim en iyi dostumsun dedi. Kasaya geldiklerinde hediye paketi yapılmasını rica etti. Şimdi alışveriş merkezinin koridorunda ilerlerken evde yeni bir heyecanla hediyesini açacağı anın hayalini kuruyordu. Sımsıkı tuttu paketi ve göğsüne bastırdı… içindeki minik kız çocuğunun heyecanlı kalp atışlarını hissediyordu…. kelebek gibi çarpan yüreği sanki hep bu rüyanın gerçekleşmesini bekliyor gibiydi… kapıdan çıkarken omuzları daha dik, kalbi daha güçlüydü. Uzun zamandır hiç bu kadar iyi hissetmemisti kendini. Bunu neden daha önce düşünmemiştim ki diye hayıflandı. Ama buna gerek yoktu artık… bildiği tek bir şey vardı. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Artık her şey çok daha güzel olacak….

Not: en son ne zaman hediye aldınız içinizdeki çocuğa?

Çiftçi Hasan

Çiftçi Hasan çok heyecanlıydı. 9 aydır bugünü bekliyordu. Tüm hazırlığını yapmış, tarlasını bütün yabancı otlardan temizlemiş, temiz kıyafetlerini başucuna koymuş sabah olmasını bekliyordu.
Ve nihayet sabah oldu, çilli horoz o şen sesi ile sabah olduğunun haberini verirken fırladı yataktan. Kıyafetlerini giydi. Ve tarlaya koştu. İlk sıraya ekeceği tohumlarını eline aldı ve başladı onları toprağa ekerken duasını etmeye,
– Allâhümme bârik lenâ fî Recebe ve Şabân ve belliğnâ Ramazân
Hem duasını ediyor hem de tohumları ekiyordu. Bunu 30 gün boyunca tarlasının sonunu görene kadar yaptı. Her gün 100 tohum ekti ve her tohumda,
– Allâhümme bârik lenâ fî Recebe ve Şabân ve belliğnâ Ramazân dedi.
30. gün arkasını dönüp tarlasına doğru baktığında dev gibi iki hediye duruyordu tarlanın ortasında. Işıl ışıl paketlenmişlerdi, parlıyorlardı. Birinin üzerinde “Regaip” diğerinin üzerinde “Miraç” yazıyordu. Kucağına sığmayan kocaman hediye paketlerini zorla eve kadar taşıdı. İçinde neler yoktu ki…..
Ve Recep ayını böylece bitirip Şaban ayına geçti. Bu kez ektiği tohumları sulaması gerekiyordu. O da her gün 100 tohumu,
– Allâhümme bârik lenâ fî Recebe ve Şabân ve belliğnâ Ramazân diye dua ederek suladı.
Bıkmadan, usanmadan tam 30 gün boyunca
– Allâhümme bârik lenâ fî Recebe ve Şabân ve belliğnâ Ramazân diyerek sulamaya devam etti.
Ve Şaban ayı da bitti. Çiftçi Hasan yine arkasına dönüp baktığında bir tane kocaman ve ışıl ışıl hediye paketi gördü. O kadar büyüktü ki ben bunu eve nasıl taşırım diye düşündü. Üzerinde ışıltılı harflerle “Berat” yazıyordu. Zorlana zorlana götürdü eve. Kutu çeşit çeşit hediyelerle doluydu…..
Ertesi gün çok daha heyecanlıydı. Çünkü artık Ramazan ayıydı ve ektiği tohumlar artık meyve olmuş ve onları toplama zamanı gelmişti. Rengarenk, çeşit çeşit , mis gibi kokan meyveler. Öyle heyecanlıydı ki…. Ama bütün meyvelerin hepsini toplamadan yemesi yasaktı. Önce hepsini toplayacak ve ondan sonra yemeye hak kazanacaktı. Bunu biliyordu.
Sabah tarlasına koştu. Gözlerine inanamıyordu. Nerdeyse her renk ve çeşitte meyvelerle doluydu. Eğer sabredip bir tane bile yemeden hepsini toplarsa sonunda büyük bir ödül vardı. Ve başladı tek tek toplamaya,
– “Yâ Rabbî, beni Ramazâna ulaştırdığın için sana şükrediyorum” diyerek….
Tam 30 gün boyunca bütün meyveleri topladı. Son meyveyi de toplayınca arkasını dönüp tarlasına baktı ve bir de ne görsün. Daha önceki hediye kutularından çok daha büyük ve parlak dev bir kutu duruyor. Üzerinde de ışıl ışıl “Kadir” yazıyor. Yanında da minik minik 3 hediye daha. Minik dediğime bakmayın nerdeyse kamyon kadar hepsi… üzerinde de “Bayram” yazıyordu hepsinin….
Çiftçi Hasan çok mutluydu… hem görevini tamamlamış hem de bütün ödülleri kazanmıştı…. Sevinçle zıplarken birden bir şey oldu. Kocaman bir kapı belirdi tarlanın sonunda….
Kapı biraz aralandığında öbür tarafta akan çikolata şelalelerini, şekerleme ağaçlarını ve bir sürü oyuncakları gördü. O kadar çoktu ki… kapıda da “Ramazan orucunu tuttuğun için bu kapıdan girebilirsin. Burası CENNET” yazıyordu….
Not: “Ey Allah’ım; Recep ve Şabanı bize mübarek kıl, bizi Ramazana kavuştur.”

Not: Mozaik çocuk dergisinde yayımlanmıstır.